20 Ocak 2020 Pazartesi

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken sinir krizi geçirdiğim bir dönemden geçiyorum. Ne kadar erken "Pes, benden bu kadar" dersem o kadar rahatlayacağım. İsteyerek veya istemeyerek izlemediğim/izleyemediğim filmleri aşağıda bir yerde belirtirim belki. Ama önce kaç film izlediğimi yazayım. Criticker verilerine göre 53, Letterboxd verilerine göre ise 52 adet 2019 filmi tüketmişim. Bunların 2-3 tanesinin dizi olma ihtimalini de göz önünde bulundurursak, ödül dağıtacak kadar fazla olmadığının bilincindeyim. Fakat yetersiz olduğu 1000 mil öteden belli filmler ile, sırf Oscar'da birkaç kategoride aday oldu diye gereksiz filmlere ayıracak zamanım ─iyi ki de─ yok. Film izlemeyi değil, sinemayı seviyorum.

Evet, gelelim sadede. İzlediğim 2019 filmlerinin ─fikrimce─ en iyi 25'i şurada, en iyi 10'u ise şurada mevcut. Bu listeleri 2014 yılından beri yapıyorum ama böyle bir ödül dağıtımı ilk defa yapıyor olacağım. Belki gelecek sene yapamam veya keyfim istemez yapmam. Aktör performanslarını sıralarken bunu neden blogda paylaşmayayım dedim ve devamı geldi. Joker isimli vasat filme 11 adaylık çıkaran bir akademi(?!)dense kendi seçimlerimizi yapmanın vakti çoktan gelmiş de geçiyordu. Altın olmasa da bahçede bol olan kozalakları bronza boyayıp kazananlara kargo yoluyla göndereceğimi de belirteyim. *swh*

Notlar: Adaylık, kazanan şeklinde iki paylaşımdansa direkt her kategoride bir sıralama yaptım. Oyunculukları yardımcı/esas diye ayırmanın gereksiz olduğunu düşündüm ve 5'er oyuncudansa iki kategoriyi bir araya getirerek erkek ve kadın olmak üzere 10'ar oyuncu seçtim. Senaryo dalında aynı sadeleştirmeye gittim yine ve 10 film sıraladım. En aşağıda adaylık, kazanan film dağılımını bulabilirsiniz. Belki uslu bir çocuk olursanız şirinleri bile görebilirsiniz.

En İyi Film
1. Gisaengchung
2. Uncut Gems
3. Synonymes
4. La flor
5. Ad Astra

En İyi Yönetmen
1. Joon-ho Bong (Gisaengchung)
2. Alejandro Landes (Monos)
3. Jennifer Kent (The Nightingale)
4. Joanna Hogg (The Souvenir)
5. Greta Gerwig (Little Women)

En İyi Aktör
1. Adam Sandler (Uncut Gems)
2. Adam Driver (Marriage Story)
3. Joe Pesci (The Irishman)
4. Joaquin Phoenix (Joker)
5. Tom Mercier (Synonymes)
6. Brad Pitt (Ad Astra)
7. Kayhan Açıkgöz (Kız Kardeşler)
8. Robert Pattinson (The Lighthouse)
9. Jonathan Majors (The Last Black Man in San Francisco)
10. Al Pacino (The Irishman)

Honorable Mention: Kang-ho Song

En İyi Aktris
1. Florence Pugh (Midsommar)
2. Aisling Franciosi (The Nightingale)
3. Tallie Medel (Fourteen)
4. Ece Yüksel (Kız Kardeşler)
5. Saoirse Ronan (Little Women)
6. Noémie Merlant (Portrait de la jeune fille en feu)
7. Yeo-jeong Jo (Gisaengchung)
8. Vasilisa Perelıgina (Dılda)
9. Emily Beecham (Little Joe)
10. Ana de Armas (Knives Out)

En İyi Senaryo
1. Ronald Bronstein, Josh Safdie, Benny Safdie (Uncut Gems)
2. Nadav Lapid, Haim Lapid (Synonymes)
3. Joon-ho Bong, Jin-won Han (Gisaengchung)
4. Noah Baumbach (Marriage Story)
5. Mariano Llinás (La flor)
6. Rian Johnson (Knives Out)
7. Céline Sciamma (Portrait de la jeune fille en feu)
8. Emin Alper (Kız Kardeşler)
9. Géraldine Bajard, Jessica Hausner (Little Joe)
10. Joe Talbot, Rob Richert (The Last Black Man in San Francisco)

En İyi Görüntü Yönetimi
1. Jasper Wolf (Monos)
2. Kseniya Sereda (Dılda)
3. Jingsong Dong (Nan Fang Che Zhan De Ju Hui)
4. Yorick Le Saux (Little Women)
5. Martin Gschlacht (Little Joe)

En İyi Sanat Yönetimi
1. Little Women
2. The Souvenir
3. Gisaengchung
4. Der goldene Handschuh
5. Dolor y gloria

En İyi Kurgu
1. Jinmo Yang (Gisaengchung)
2. Ronald Bronstein, Benny Safdie (Uncut Gems)
3. Nick Houy (Little Women)
4. Thelma Schoonmaker (The Irishman)
5. Jennifer Lame (Marriage Story)

En İyi Toplu Performans
1. Gisaengchung
2. The Irishman
3. La flor
4. Marriage Story
5. Kimi no tori wa utaeru

En İyi Film Müziği
1. Mica Levi (Monos)
2. Hildur Gudnadóttir (Joker)
3. Dan Levy (J'ai perdu mon corps)
4. Daniel Lopatin (Uncut Gems)
5. Jung Jae Il (Gisaengchung)

En İyi İlk Film
1. Systemsprenger (Nora Fingscheidt)
2. Malçik ruskiy (Aleksandr Zolotukhin)
3. J'ai perdu mon corps (Jérémy Clapin)
4. The Last Black Man in San Francisco (Joe Talbot)
5. Atlantique (Mati Diop)

Kazanan sayısına göre;

4
Gisaengchung (Parasite) - En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Kurgu, En İyi Toplu Performans

2
Monos - En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Müzik
Uncut Gems - En İyi Aktör, En İyi Senaryo

1
Little Women - En İyi Sanat Yönetimi
Midsommar - En İyi Aktris
Systemsprenger (System Crasher) - En İyi İlk Film


Adaylık sayısına göre;

8
Gisaengchung (Parasite) - En İyi Film, En İyi Yönetmen, En İyi Aktris, En İyi Senaryo, En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Kurgu, En İyi Toplu Performans, En İyi Film Müziği

5
Little Women - En İyi Yönetmen, En İyi Aktris, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Kurgu
Uncut Gems - En İyi Film, En İyi Aktör, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Film Müziği

4
The Irishman - En İyi Aktör (2), En İyi Kurgu, En İyi Toplu Performans
Marriage Story - En İyi Aktör, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu, En İyi Toplu Performans

3
Kız Kardeşler - En İyi Aktör, En İyi Aktris, En İyi Senaryo
La flor - En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Toplu Performans
The Last Black Man in San Francisco - En İyi Aktör, En İyi Senaryo, En İyi İlk Film
Little Joe - En İyi Aktris, En İyi Senaryo, En İyi Görüntü Yönetimi
Monos - En İyi Yönetmen, En İyi Görüntü Yönetimi, En İyi Müzik
Synonymes (Synonyms) - En İyi Film, En İyi Aktör, En İyi Senaryo

2
Ad Astra - En İyi Film, En İyi Aktör
Dılda (Beanpole) - En İyi Aktris, En İyi Görüntü Yönetimi
J'ai perdu mon corps (I Lost My Body) - En İyi Film Müziği, En İyi İlk Film
Joker - En İyi Aktris, En İyi Film Müziği
Knives Out - En İyi Aktris, En İyi Senaryo
The Nightingale - En İyi Yönetmen, En İyi Aktris
Portrait de la jeune fille en feu (Portrait of a Lady on Fire) - En İyi Aktris, En İyi Senaryo
The Souvenir - En İyi Yönetmen, En İyi Sanat Yönetimi

1
Atlantique (Atlantics) - En İyi İlk Film
Der goldene Handschuh (The Golden Glove) - En İyi Sanat Yönetimi
Dolor y gloria (Pain and Glory) - En İyi Sanat Yönetimi
Fourteen- En İyi Aktris
Kimi no tori wa utaeru (And Your Bird Can Sing) - En İyi Toplu Performans
The Lighthouse - En İyi Aktör
Malçik ruskiy (A Russian Youth) - En İyi İlk Film
Midsommar - En İyi Aktris
Nan Fang Che Zhan De Ju Hui (The Wild Goose Lake) - En İyi Görüntü Yönetimi
Systemsprenger (System Crasher) - En İyi İlk Film

22 Eylül 2019 Pazar

Kız Kardeşler (2019) - Taşrada Grinin Tonları

İlk filmi Tepenin Ardı ile Türk sinemasına başarılı bir giriş yapan Emin Alper’in Berlin Film Festivali’nde ana yarışmada dünya prömiyerini yapan son filmi Kız Kardeşler, babaları tarafından besleme olarak gönderildikleri şehirde başarılı olamayarak köylerine geri dönen üç kız kardeşin trajikomik öyküsünü anlatıyor.

Her ne kadar filmin ismi, Rus yazar Anton Pavloviç Çehov’un ünlü tiyatro eseri Üç Kızkardeş’i (1901) hatırlatsa da tematik bir yakınlık bulunmuyor. Tek benzerlik; oyunda Moskova hayali kuran en küçük kardeş İrina’nın yerine burada Ankara hayali kuran kız kardeşler var. Yönetmenin bir röportajında da belirttiği gibi film, esasında Çehov’un Çukurda öyküsü ile daha benzer nitelikler taşıyor. Sondaki trajik olayın “gösterilmeyiş” biçimi, sadece çığlığın duyulması, acının anlatım tercihi açık bir referansın işareti.

Kısa da olsa Çehovyen öykü tarzından bahsetmek gerekirse; bunlar inişli çıkışlı olayların veya bir çatışmanın olmadığı, karakter değişimi gözlenmeyen, karakterlerin durumları vasıtasıyla insan ruhunu aydınlatmayı amaçlayan öykülerdir. Çehov’un Küçük Köpekli Kadın (1899) ve Çukurda (1900) isimli öyküleri okunarak kendine has tarzı kolaylıkla anlaşılabilir. Buradan filme geçiş yapacak olursak, eklenen mizah, yönetmenin Çehov ile kurmak istediği bağın göstergesi. Çehov asla karamsar değildir. Karakterleri ne kadar yetersiz, zayıf olsa da onun insan sevgisi edebiyatını şekillendirir. Yaşanan hayal kırıklıklarına rağmen filmin görece iyimser bir son ile kendini bir masala evirmesi, “her şeye rağmen bir aradayız” hissi bununla alakalı. “Çehov'un mizahı yukarıdakilerden hiçbirine dahil değildi; tamamen Çehov tarzıydı. Ona göre hadiseler aynı anda hem komik hem de kederliydi, ama kederli tarafı görmeden eğlenceli tarafı da göremezdiniz; çünkü ikisi birbiriyle bağlantılıydı.” ¹

“Çehov'un ince mizahı, yarattığı hayatların griliğine sinmiştir.” ²

Devlet baskısının bireyi yorduğu, eylemsiz bıraktırdığı, mücadeleden vazgeçirdiği ikinci veya üçüncü dünya ülkelerinde benzer sanat biçimlerini görüyoruz. Politik filmler alegori, taşlama veya mizahla geçiştirme yolunu tercih ediyor. Aslında bu yöntemler bir çeşit oto sansür; oluşabilecek devlet veya toplum baskısından kaçınmanın, görünmez olarak üretmenin bir yolu. Sinemamızın önceki dönemlerinde sosyal gerçekçi, alegoriye başvurmadan direkt politik, sert filmler göremedik, gördüysek de başarılı olamadılar. Üçüncü Dünya romanlarının “ulusal alegori” olmaktan öteye gidemeyeceğini ve bu kısır döngüden çıkıp gelişemeyeceğini iddia eden Fredric Jameson’un ünlü makalesi (Çokuluslu Kapitalizm Çağında Üçüncü Dünya Edebiyatı)³ bu bağlamda tekrar tartışılabilir.

Latin Amerika edebiyatı ise bunu büyülü gerçekçilik ile çözer. Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez'in en çok okunan romanının bir bölümünde yeni yapılacak plantasyonun yapımına isyan edenlerin “katledilişi”, öyle dehşet verici bir şekilde ─aynı zamanda sıradan olaylarmış gibi─ anlatır ki ilk bakışta gerçek olduğuna inanamaz okur. Marquez babaannesinin hikâyeleri anlatma yöntemini kullandığını itiraf ettiği bu yöntemle edebiyata yeni bir ivme kazandırır. Yüzyıllık Yalnızlık romanını hatırlamamın bir sebebi de ortanca kardeş olan Nurhan’ın toprak veya kireç yemesi; romanda gizli gizli duvardan kazıyıp kireç yiyen Rebeca karakterine ince bir gönderme.


Kız Kardeşler, Emin Alper’in önceki iki filminden farklı, ülke portesi çizme ve toplumu anlama gayretinden vazgeçip karakterlerine ve onların ruh hâllerine odaklandığı bir film. Gerek kadın karakterlerin merkezde olması gerek farklı temalarla Alper’in kendi sinemasını yenilediği, bunu yaparken senaryo yazmadaki becerisini tekrarladığı, bundan 10-20 sene sonra da dönüp bakacağımız bir film Kız Kardeşler. Hiç de kısa olmayan bir sekansta, bizzat kadınlar tarafından kadın cinselliğinden bahsedilmesi ise son dönem Türk sinemasındaki erkekleri ve erkek dertlerini düşündüğümüzde yenilikçi ve gelecek için umut verici bir adım. Üç kız kardeş Reyhan, Nurhan ve Havva karakterlerine ek olarak baba, Çoban Veysel ve doktor karakterleriyle ise Türk sinemasında pek alışık olmadığımız veya '70’lerin aile komedilerinde görebildiğimiz bir karakter zenginliği sunuyor. Çok iyi oynanmış ve derinleştirilmiş bu karakterler, filmin başarılı olmasındaki en önemli faktör. Tüm bunların yanında Artvin Yusufeli’nin pastoral havası, incelikli görüntü yönetmenliği ve ses tasarımı ile doğanın sunumu, jenerikte çalan Şövket Elekberova’ya ait Azeri ninnisiyle beraber film, atalarımızın sürekli anlattığı, çocukluktan beri bildiğimiz bir masalmış hissi veriyor.

Filmin “taşrada erkeklik hâlleri” olarak özetlenebilecek bir dönemin de sonunu getirdiği söylenebilir. Kentte geçen filmlerde dahi bu erkeklerin yeni mekânlarına taşıdıkları sorunlar ve travmalar sinemamızın 20 senesinden fazlasını işgal etti, etmeye devam ediyor. Alper’in son derece iyi yazılmış filmi ise hem ‘köy gerçekçiliği’ne bir dönüş hem de içinde barındırdığı tonlar bakımından geleceğe atılmış doğru bir hamle. Fakat film “toplumcu” gerçekçi değil. Köyden kente göçenlerin sorunlarının aktarıldığı ve toplumsal gerçekçi olarak nitelendirilebilecek ‘80 öncesi Türk sinemasında, özellikle Ömer Lütfi Akad’ın “göç üçlemesi”nde (Gelin, Düğün, Diyet) başarılı bir şekilde işlenen temaları hatırlatsa da bu filmlerden oldukça farklı. Yenilikçi oluşu köyden kente göçemeyenleri anlatmasından ve “toplumsal” olmayışından kaynaklanıyor. Gerçekçiliğe dönüş yapılırken mizah (kullanılan özgün dil) ve delilik (Deli Hatice karakeri) ögeleriyle günümüz siyasi/toplumsal iklimiyle ─politik olmadan, politikaya bulaşmadan─ sıkı bağ kurmayı başarıyor. Ülkede neredeyse her gün duyduğumuz akıl almaz olaylar, haberler, çoğumuzu içten içe yaşadığı ve farkında olmadığı bir delirme sürecine sokarken sanatın da “daha fazla” delirmeye ihtiyacı var. (8/10)

Not: Yazı ilk olarak FikriSinema sitesinde yayımlanmıştır. Yazının editörlüğünü yapan Akın Öge'ye teşekkür ederim. 

¹ Vladimir Nabokov, Rus Edebiyatı Dersleri, 2. baskı, İletişim Yayınları, s. 334.
² s. 335.
³ Fredric Jameson, Modernizm İdeolojisi, Metis Yayıncılık.

22 Aralık 2017 Cuma

Star Wars: Episode VIII - The Last Jedi (2017) - Jedi Öldü, Yaşasın Yeni Jedi!

2015 yılında gösterime giren The Force Awakens, serinin yaşı kemale ermiş hayranları tarafından beğenilmemiş ve A New Hope'un (1977) kötü bir kopyası olarak görülmüştü. Star Wars evrenininin üçüncü üçlemesinin bu ilk filmi, genç kuşağın da ilgisiyle yüksek izlenme oranına ulaşmış ve Avatar ile Titanic'in ardından en yüksek gelir elde eden 3. film olma başarısını elde etmişti.* Sonuç olarak yapım şirketi Disney istediğini elde etmişse de yönetmen ve senarist değişikliğine gidildi. Serinin ikinci filmi için senaryo ve yönetmenlik görevi, Brick (2005) ve Looper (2012) filmlerinden tanıdığımız Rian Johnson'a emanet edildi. "Saga devam ediyor."

Star Wars filmlerinin klasiğine dönüşen "havada it dalaşı" sekansıyla açılan film, X-wing pilotu Poe karakterinin liderliğindeki Direniş hava kuvvetlerinin, İlk Düzen'in bir uzay gemisini patlatmak için giriştiği operasyon ile başlıyor. Poe üstlerini dinlemiyor ve sonuç olarak bazı kayıplar veriliyor. Bir ara film olan Rogue One'da (2016) Uzak Doğu kökenli oyuncuların kullanımı ve kamikazeyi hatırlatan intihar saldırıları, nedense bu filmde de devam ediyor. Orijinal üçlemede de prequelde de son anda yırtmak, son saniye golü tarzı sahneler olmuştur hep ama artık bu film ile kabak tadı verdiğini itiraf etmek gerek. 


Yeni Cumhuriyet ve İlk Düzen arasındaki ufak çatışmalar paralelinde, senaryonun büyük kısmını kaplayan, Rey ve Luke arasında anlaşmazlıklarla ilerleyen öykü tek başına fena durmuyor aslında. Fakat bu süreç boyunca bazen Rey unutuluyor General Leia ve ekibi tarafından, bazen de Rey bu ekibi unutuyor ve bir kopukluk oluşuyor. Son Jedi olarak Luke'a sığınılması bir süre sonra birinci amaç olmaktan çıkıyor. Rey'in Jedi eğitimi alması gereği bile tam olarak işlenemiyor ve yarım kalıyor. Rey'in kendi geçmişini ararken karanlıkla buluşması da herhangi bir noktaya varılmadan geçiştiriliyor.

Karakter geçmişleri, gelecek motivasyonları ilk filmde verilmeyen Finn ve Poe karakterlerinin oturmasını beklediğimiz film, bu iki karakteri yanlış yollara sürükleyerek kahraman çizgisinden uzaklaştırıyor. Finn ve bu film ile seriye eklenen Rose karakterinin öykünün ana ekseninden kopuk macerası, bir spinoff kalitesi(zliği)nde aktarılıyor ve ufak bir kapitalizm eleştirisi sunuluyor. Maalesef bu eleştirinin sığ kalması, Star Wars ruhuna yakışmaması, gezegende yaşanan sömürünün fazla dramatize olarak sunulmuş olmasından ileri geliyor. Hatıratımızda Poe fazla hırslı ve heyecanlı bir karakter olarak, Finn ise geçmişte stormtrooper olmasından dolayı öfkeli olarak kalacağa benziyor. 


Karanlık taraf, özellikle de Snoke karakteri, ürkütücü olmaktan çok uzak sunuluyor. Halbuki üçlemenin ilk filminde daha görkemli (hologram etkisi) bir Snoke karakteri vardı. Serinin fanlarını pek iplemiyor olacaklar ki Snoke'un nereden çıktığı, ustasının kim olduğu, nasıl güçlendiği, önceki filmde en çok eleştirilen "İki Sith Kuralı" gibi meseleler cevap verilmeden geçiştiriliyor. Kylo Ren ise yaşadığı kafa karışıklığına ilk filmdeki gibi devam ederek, güçlü bir karakter olmayı başaramıyor. Karanlık tarafın en olmuş denebilecek karakteri, General Lux belki de.

Rey ile Kylo Ren arasındaki telepati yollu diyaloglar, devamında karşılaşmaları ile gelişen birbirlerini ikna etme ve kendi taraflarına çekme çabası filmin ana eksenine oturacak, filmin iskelet olarak ayakta durabileceği bir düğüm ve çatışma olarak öne çıksa da, Snoke'un ölümü sonrası birden aynı tarafa geçmeleri daha sonra ise birbirlerine saldırmaları pek mantıklı görünmüyor.


Bu süreçte bir avuç kalmış ve yakıtı bitmek üzere olan Direniş ordusu, hep son anda kurtuluyor, bir türlü kaçmayı beceremiyor. Bu durum bir kaç defa tekrar ediyor. Senaryonun özensiz yazıldığını kabul etmek gerek. Prenses Leia'nın uzayda süzüldüğü sahne ise sinema tarihinin en felaket sahnesi olarak tarihe yazıldı bile. 

Orijinal üçlemedeki ruha yaklaşan tek kısım, Luke'un saklandığı Ahch-To isimli gezegenin bir adasında tanıştığımız yeni yaratıklar; Caretakers (tapınakların inşasından ve onarımından sorumlular), Thala-siren (bütün gün camış gibi yatıyorlar ve Luke'a süt veriyorlar) ve penguenleri andıran Porglar (Chewbacca'yı sinir etmekle meşguller). Star Wars evreninin özgün yönlerinden biri de ilgi çekici gezegenler, mekânlar ve bu gezegenlerin uzaylı sakinleridir. Bu bölümde sunulan yenilikler, The Empire Strikes Back'teki (1980) Hoth gezegenini hatırlatıyor.

Jedi Tapınağı yanarken Yoda ve Luke arasında geçen diyalog, filmin güçlü anlarından birisini oluşturarak "yeni" bir aşamayı geçildiğini müjdeliyor. Star Wars destanının kalbini oluşturan Jedi öğretisinin geçmişteki yanlıştan dönüp bir revizyona gitmesi bir gereklilikti ve daha güzel işlenemezdi sanırım.

Luke'un şairane vedası ise filmin en akılda kalıcı anı olarak ve Obi-Wan Kenobi'nin sonunu (Obi-Wan da Luke ve arkadaşlarına zaman kazandırmak için Darth Vader ile düello yaparak oyalamıştı (A New Hope); bu kez Luke bir oyalama taktiği olarak Kylo Ren ile düelloya giriyor) anımsatarak güzel hisler uyandıran tek kısım oluyor. Önceki filmde Han Solo'nun ismine leke düşürecek kadar kötü yazılmış-çekilmiş vedasını düşünecek olursak bir zeka-duygu parıltısı görmek sevindirici.

Serinin 2019'da vizyona girecek son filminin, sinema ile uzaktan yakından alakası olmayan J. J. Abrams'a teslim edilmesi sebebiyle pek heyecan ile beklenilmediği açık. Serinin yaratıcı George Lucas'ın Disney'e teslim olması, çoktan serinin kaderini belirlemiş anlaşılan. Biz seri hayranlarına ise 1977-1983 tarihli yapımları tekrar tekrar izleyerek bu kıymetli filmleri baba yadigârı gibi saklamak görevi düşüyor. (6/10)

8 Ekim 2017 Pazar

mother! (2017) - Sığ Metaforlar Sağanağından Sağ Çıkabilmek

Yoğun katharsis sinemasının  son dönemlerdeki en yetkin temsilcisi Darren Aronofsky, milenyumda gösterime giren Requiem for a Dream ile bu yetkinliğinin zirvesine ulaşmış ve kendine epey sayıda mürit bağlamıştır. İlk filmi Pi'de (1998) ise matematik ile evrenin ve hayatın şifresini çözmeye çalışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Yöntem olarak ilkini tema olarak ise ikincisini almış gibi görünen son filmi Anne!'de, tek mekân gerilimi gibi başlayan filmiyle İncil'i, Tanrı'yı, yaşamı, doğayı ve insan doğasını deşmek gibi zor olduğu kadar incelik ve bütünlük isteyen bir  meselenin ardına düşüyor. İlk filmleri ile zirvesine ulaşmış yönetmenlerde sıkça rastlanan, daha büyük film çekeceğim derken sıvama aşamasına geçiş yapıyor.


Kadın uyanır, adamı yatakta göremeyince meraklanır ve evin içinde adamı arar. Bulamayınca biraz telaşlanır, gerilir ve (bö) adam birden ortaya çıkar ve kadınla birlikte ürkeriz. Kameranın kadını takip ettiği, evlilik alt metinli bir ev içi korku filmi gibi başlayan filmde neyden korkacağımızın peşine düşüyoruz ki yaratıcılık sıkıntısı çeken bir yazar olduğunu öğreniyoruz. Buradan The Shining misali bir korkuya geçiş yapabilecekken kapı çalıyor ve ortalık karışıyor.

Hızlıca metafor kelimesinden soğutan şu sembolleri (daha doğu ifade ile kutsal kitap alegorisi) geçelim de filmin neyi yapamadığını konuşalım. Ev sahibi adam Tanrı'yı, ev sahibesi kadın Doğa (Ana)'yı, eve ilk gelenler Adem ve Havva'yı temsil ediyor. Yasak elmayı kırıyorlar(!) ve cennetten yani evden kovuluyorlar. Cennet, insanlar olmadan önce cennet; filmin belki de ─istemeden─ aktarabildiği tek alt metin. Son derece karikatürize Havva'mızın çocukları eve geliyor, onlar da Habil ve Kabil'i temsil ediyor hâliyle. Miras kavgası sebebiyle ilk cinayet işleniyor fakat ortada bir alt metin yok. Yani anlam çıkarmamız için herhangi bir diyalog, görüntü sunulmuyor. Basit bir temsil, hatta oyunculuklar vasat olunca basit bir skece dönüşüyor. Sadece ev sahibesi ile birlikte geriliyoruz.

Eleştirilerde yazılmayan bir metaforu da açalım; Tanrı'nın insanlar gelmeden önce yazdığı kitap Eski Ahit'i, insanlardan sonra yazdığı kitap ise Yeni Ahit'i simgeliyor olabilir. Tanrı'nın kelamı direkt insanlara aktarılıyor, aracı yok. Burada "peygamberler nerede?" sorusu haklı olarak akıllara gelebilir. "Tanrı, insanları kendi suretinde yarattı.". Evet ama nasıl yarattı? Filmin sorunlarından biri de İncil'i ve İncil'deki olayları çok detaylı sunuyormuş gibi gözüküp esasında birçok noktayı kaçırıp üstünkörü geçmesi. Film, tek başına Tanrı ve doğa arasındaki ilişkiyi insanlar üzerinden anlatıyor olsa bu noktalar sorun olarak gözükmezdi. Fakat ucuz diyaloglarla geçiştirilen kutsal metin temsili, bir de üstüne film "oraya da değineyim buraya da" derken dağılıp gidiyor.

Egosantrik Tanrı'mızın bir eser yazması, insanlara ders vermesi için insanlara ihtiyacı var ve misafirlere bu sebeple seviniyor, onlar gitmesin istiyor. Bir eser yazmış olmak da yetmiyor O'na ve eserin takdir edilmesini için de insanlara ihtiyacı var. Evet bu bir Tanrı eleştirisi sayılabilir. Buraya kadar bunu kısmen başarıyor. Fakat bu eleştirilere paralel olarak yaratıcı yazarlığın psikoz etkisini, kadın ve doğa istismarı üzerinden erk (patriarka) eleştirisini sokuşturmaya çalışınca, daha önce başardıklarını da katledip kendi açtığı kuyuya düşüyor. Bütün bunların hepsini toparlayabilse, gerçekten de haklı bulacağımız bir film çıkabilirdi ortaya. "Tanrı, insanı yaratmadan önce ne yapıyordu?" sorusu ile bir sahnede alay ediyor. Modernizm-mülkiyet vs dindeki paylaşımcılık arasındaki çatışma ile ilgili bir diyalog bile var. Fakat hiçbir yere varamayan bu sahnelerin altı doldurulmuyor, temalar arası bütünlük kurulamıyor.


Dini sembollerle dolu bir film oluşturulurken, dogmaları olumluyan yumuşak, şiirsel bir tondansa, kışkırtıcı, tahrik edici bir yöntem denenmesi ilk bakışta doğru bir yaklaşım gibi görünse de film, insanların kafasındaki Tanrı figürünü bir korku sembolüne dönüştürmeyi, nesilden nesile anlatılan bütün bu hikâyenin korkunç bir kabustan başka bir şey olmadığını aktarmayı başaramıyor. Bunun da sebebi, özellikle ikinci yarıda, her şeye muktedir Tanrı'nın, bir orada bir burada amaçsız dolaşırken hiçbir şeyi değiştirememesi,  kayıtsızlığı olarak görünüyor. Eğer bu da bir Tanrı eleştirisi diyorsanız; kutsal metinlerde bunun nasıl geçtiğine bakmak gerekir. Ne zaman ki kötülük insanlığın bir belası olmuştur, Tanrı müdahale eder ve kendi kelamını bir peygamber vesilesiyle insanlara aktarır. Burada ise aciz bir Tanrı yaratılarak hem filmin ısrarla üzerinde durduğu kutsal metin alegorisinden vazgeçilmiş olunuyor hem de Tanrı'ya rağmen bir kadercilikle kendisi ile çelişmiş oluyor.

Orta Doğu'da 3 bin yıldır yaşanan mezhepler, dinler çatışması ise 10-20 dakikalık sekansta, önce polislerin müdahalesi, polislere molotof atan isyancılar, ajanlar, askerler ve bu kaosta hayatta kalmaya çalışan Doğa Ana ile neredeyse sıfır diyalog (Yahudi lafı geçiyor ama öyle bir mesaj verme kaygısıyla değil) yöntemiyle aktarılıyor. Bu şiddet resitali ve yönetmenlik şovu, belki de filmin başarabildiği, üstesinden geldiği tek maharet. Mezapotamya'da, sonsuza dek sürecek gibi duran bu çatışma, sinema tarihindeki yeri ilerde çok konuşulacak bir temsil. Bunun bir sebebi de TV'den canlı izlediğimiz Amerikan askerlerinin Irak'a müdahalesini çağrıştırıyor olması ve burada bir de alt metin ortaya koyabilmesi; çok ilginç bunu yapmakta film boyunca zorlanılsa da burada başarılmış. Hepsi de aynı Tanrı'ya inanan insanlar, hepsi bir evin çatısı içinde yaşayan insanlar, neden kavga ediyor, neden birbirini öldürüyor?

Yeni bir şey söyleyememesinin ötesinde, "böyle gelmiş böyle gider" diyerek de muhafazakar bir çıkarım yapıyor film. Bir kere ateist olan bir yönetmenin önce Noah şimdi bu film ile dini meselelere bu kadar kafa yormasını anlayamıyorum. Alay edip geçme şansı varken hem de. Buradan yönetmenin ateist olmadığı da saçmalamasından, yaşadığı deist kafa karışıklığından anlaşılabilir. Filmin arkasındaki hastalıklı zihin, ─eğer ki bu bir sanatçının kendini eleştirisi değilse─ tedaviye muhtaç. Kendini eleştirmediğini de sonunu pişmanlık ile bitirmemesinden anlayabiliriz.


Nihayetinde İsa doğuyor ve doğar doğmaz, çarmığa gerilmeye fırsat bulamadan komünyon ayinine (ekmek, şarap) kurban gidiyor. Epiloga yaklaşırken "metaforu göze sokarcasına diyalogla (Bardem gelir, Lawrence'ı yatıştırır) vereyim, biraz gizem yaratayım, biraz korkutayım" şeklinde ilerleyen film, bütün bu karmaşadan ne çıkaracağını düşünmeden dairesel kurguya geçiş yaparak başlangıcına dönüyor. Burada Lawrence yerine, doğa olarak, yeni uyanan kadın (burada da yönetmen Rachel Weisz ile eski birlikteliğine, kendi hayatına gönderme yapmış (pöf!)) olarak başka bir oyuncuyu görüyoruz . Neden? Doğa böyle mi yeniler kendini? Hangi kutsal kitapta yazıyor bu? Yazsa bile sen alternatif bir son oluşturmayarak bu sonu onaylamış, bu döngüyü kabul etmiş olmuyor musun? Ve yaratılışın kaynağı Doğa Ana'nın sevgisi (kalbi) ise baştan yaratılışı, bu sevgiyi yok ederek nasıl yapabilirsin? Küllerinden doğuş gibi kutsal metinlerden çok önce anlatılmış/yazılmış sığ bir mit, nasıl bu filmde yer alabilir?

Olay, sonunda, örneğin IŞİD'i eleştirirken dini eleştiremeyen insanların yaptığı, "İnançta yanlış yok, insanlar yanlış anlıyor. Gerçek İslam bu değil!" muhafazakarlığında kalıyor. Tanrı'nın kelamında sıkıntı yok, insanlar yanlış anlıyorlar. He, gülüm. (3/10)

16 Şubat 2016 Salı

Star Wars: Episode VII - The Force Awakens (2015) - Bir Mit Uyanıyor

2000'li yıllara gelindiğinde kürenin en popüler fenomenine dönüşecek olan Star Wars, 1977 yılında ilk defa perdeye yansıdığında kendi halinde, Holywood stüdyosuna göre bağımsız sayılabilecek bir uzay fantezisidir sadece. Fakat yönetmeni ve yaratıcısı George Lucas, farkında olmadan, kitaplarıyla, çizgi romanlarıyla, çizgi dizileriyle, bilgisayar oyunlarıyla ve oyuncaklarıyla gün geçtikçe genişleyen bir evren yarattı. Orijinal üçlemenin (1977-1983) ardından gelen ikinci üçleme (1999-2005), her ne kadar çoğunluk tarafından hayal kırıklığı ile karşılansa da filmin bilinirliği artmaya devam etti ve bir kült haline evrildi. 2012 yılında Disney'in Lucas Ltd.'yi satın almasıyla beraber ise yeni bir döneme girildi ve yeni bir Star Wars serisi çekileceği açıklandı. Böylece Star Wars ile büyüyen kuşaklara bir yenisi daha eklenmiş olacak ve filmi sinemada izleme şansına erişecek üçüncü kuşak oluşacaktı. Her ne kadar endüstrinin ve kapitalizmin zirvesine oturan bir objeden bahsediyor olsak da Star Wars'u özel yapan mistisizmin, gittikçe maddeleşen ve robotlaşan gerçek evrenimiz için bir kurtarıcı olduğunu söyleyebiliriz. Yeni filmi önemli kılan unsurlardan biri de bu konuda nasıl bir yaklaşım sergileyeceği ve yeni kuşağa nasıl yol göstereceğiydi.


Karanlık bir sekans ile açılan filmde ilk olarak bir Starfighter pilotu olan Poe karakteri ile tanışıyoruz. Yakın planlar, hareketli kamera, stormtrooperların gerçek bir asker gibi gösterilmesi Irak'taki Amerikan birliklerini andırıyor. Ardından sırasıyla Finn ve Rey karakterleri tanıtılıyor. Yıkımın ve sefaletin hakim sürdüğü Jakku gezegeni, metal toplayan ve bunun ticaretini yapan insanlar, savaştan çıkmış Orta Doğu'yu hatırlatıyor. Farklı, yenilikçi, güncel meseleleri dert edinmiş bir Star Wars izleyecekmişiz gibi başlasa da film; bu kısa sürüyor ve yerini bildiğimiz temalara bırakıyor.

İlk yarım saatten sonra 5. ve 6. filmin senaristlerinden Lawrence Kasdan almış yönetmen J. J. Abrams'ın elinden kalemi ve klasik Star Wars öyküsü yazmış sanki. Esasında senaristler arasında başlangıçta ismi geçen Micheal Arndt (Little Miss Sunshine'ın senaristi) daha özgün bir senaryoya imza atabilirdi. Fakat anlaşmazlıklar sebebiyle projeden ayrılmış kendisi. *


Filmin yükseldiği nokta her ne kadar Han ve Chewbacca'nın girişi başarısız olsa da Han Solo'nun, Güç ve Jedi'yı, Rey ve Finn'e dolayısıyla üçüncü kuşak diyebileceğimiz yeni kuşağa anlattığı sahne; birinci kuşağın üçüncü kuşağa ilk ağızdan miti anlatması; kendisi hali hazırda bir mit olan bir filmin içinde mit anlatımı. Zekice bir buluş çünkü Han Solo, Rey ve Finn'e anlatırken aynı zamanda seyirciye de anlatıyor ve ilgi çekici olan anlatan kişinin ilk seride inançsız ve faydacı diye niteliyebileceğimiz Han karakteri olması; Güç ve Jedi'dan yüce şeylermiş gibi bahsediyor.


Filmin en başarılı kısmı, Maz Kanata karakterinin kalesinde geçiyor: İlk filmde Luke'un Obi-Wan Kenobi ile beraber uzay gemisi kiralamak için girdiği, Han Solo'yu ilk gördüğümüz mekana benzer, steampunk ögelerin hakim olduğu, kaçakçıları ve uzaylı yaratıklarıyla bu mekan ve sonrasına gelişen olaylar orijinal üçlemenin ruhunun yakalandığı tek kısım belki de. Han da böylece esas yuvasına dönmüş oluyor. Devamında Usta Yoda'nın dişi versiyonu (malumunuz Yoda'sız Star Wars olmaz) gibi duran Maz Kanata karakterini tanıyoruz. Rey'in çocukluğunu, geçmişi ve geleceği görmesi, Luke'nin ışın kılıcının onu çağırması filmin duygusunu seyirciye geçirmesini sağlıyor ve film bir kez daha yükseliyor.

Esasında Star Wars'un kült olarak anılması, kahramanlık öyküsü olmasından ziyade görsel anlatımı sayesindedir. Karakterlere, drama yaklaşımıdır farkı yaratan. Lucas, uzak planlar yardımıyla, karakteriyle çok fazla duygusal yakınlık kurmamıza izin vermez. Star Wars'u destansı ve mitolojik yapan o uzaklığıdır, o durgunluğu o sakinliğidir.


Kylo Ren ve karanlık taraf, yeni seri terminolojisiyle First Order'a gelirsek bir olmamışlık söz konusu. Kylo Ren karakterinin tabanında çok büyük bir zayıflık var. Sonuçta Darth Vader, Darth Vader olmak için veya kötü olmak için karanlık tarafa geçmemiştir. Ve yaratılan güçlü karakter sayesinde kötü de olsa sevilir bir şekilde. Bir diğer problem de Ren'in ustasının olmaması ve iki sith kuralının bozulmuş olması.

First Order, bayrakları, giyimleri ve düzenleriyle direkt olarak Nazi Almanyası'nı sembolize ediyor. Bu durum çok ucuz ve kolaycı olmuş.


Mesele şu; biz sinemada Star Wars filmi mi izlemek istedik yoksa yeni ve özgün bir Star Wars filmi mi? Film ikisini de başaramamış. Çünkü ikisini de yapmaya çalışmış. Bir yandan '77 yapımlı ilk filmin öykü şeması alınmış, nostalji amaçlı üç önemli karakterle de birinci kuşağı hedeflenmiş bir yandan yeni karakterlerle empati kurması istenen üçüncü kuşak hedeflenmiş. Hem yeni kuşağın, hem veteran diyebileceğimiz eski kuşak izleyiciyinin de salondan memnun ayrılması için hesaplanarak yapılmış, izlenme ve satılma kaygısı filmin kendisinin, sinemanın önüne geçmiş başarısız bir film. Çok şey olmak isterken iki arada bir derede kalınmış. George Lucas'ın yarattığı mite hayran ve bu miti övmekten başka bir şey yapamayan zavallı bir uyarlama var karşımızda. Spin-off olsa kurtarırdı ama seriyi devam ettirme amacıyla yola çıkan bir filmi maalesef "İlk elin günahı olmaz," diyip geçiştiremeyiz. Devam filmleri, karakterlerin motivasyonları (Finn karakteri örneğin) vasıtasıyla genişleyip iyi bir üçleme yaratabilir belki fakat Güç Uyanıyor serinin en zayıf halkası olarak anılacak en iyi ihtimalle.

Yine de jenerik akarken güzel hislerle beraber şunu düşündüm; galiba Star Wars hiç bitmeyecek. (5/10)

14 Ocak 2016 Perşembe

The Lobster (2015) - İnsanın Yalnızlığı ve Aşk İhtimali

Kynodontas filmi ile ismini sinema dünyasına duyuran Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos'un son filmi The Lobster, yönetmenin İngilizce çektiği ilk film olma özelliğini taşıyor. Dogtooth ile eleştirisini bir aile üzerinden iktidara ve iktidarın oluşturduğu tahakküm diline yönelten yönetmen, The Lobster'da ise modernizmin insanı ve insan ilişkilerini getirdiği noktayı irdeliyor.


Eşinin kendisine başka bir partner bulmasıyla yalnız kalan başkarakterimiz David, şehirdeki yaşamını terk edip yeni bir eş bulmak üzere bir otele yerleşmek zorunda. Çünkü yönetmenin kurduğu evrende yalnızlık yasaklanmış durumda. 45 gün içinde otelde kendine uygun birini bulamazsa bir hayvana dönüştürülecek. En azından bir sonraki hayatlarında hangi hayvanın bedeninde yaşamak istediklerini seçebiliyorlar. David'in seçtiği hayvan ise ıstakoz.

Dünyayı, basitçe Orman, Şehir ve Otel olarak üç mekâna bölen film, hepsindeki genel durumu gösteriyor bize. Filmin ilk yarısının geçtiği otelde katı kuralların yavaş yavaş açılması ile absürt bir ortamda buluyoruz kendimizi. Otelin geçici konukları ise günlük eylemlerinin tekdüzeleşmesinden dolayı mekanikleşmiş, duygusuzlaşmış bir halde. Giriştiği sahte ilişkinin yükünü kaldıramayan David otelden kaçmak zorunda kalıyor ve filmin ikinci mekânına geçiyoruz. Ormandaki asiler alternatif bir yaşamı, yalnızlığı seçmiş gibi görünseler de başlarındaki kişi/kişilerin tutumları yüzünden gerici bir çizgiye yerleşiyorlar. Burada da oteldeki gibi gereksiz kurallar ve cezaları var.


Orman ile şehir ve/veya otel arasındaki karşıtlık, kapitalizm ile sosyalizm ( A.B.D. ile Sovyet Rusya veya NATO ile Doğu Bloku da denebilir) arasındaki karşıtlığı hatırlatabilir; sistemin alternatifi gibi görünen başka bir sistemin de esasında çok farklı olmadığı veya başlangıçta muhalif gibi görünen öteki sistemin de eleştirdiği sisteme dönüştüğü gerçeği. Bir sahnede ormandaki liderin tasma takıp yürüttüğü domuz gösterilirken anlatıcı; "Bazı cezalar diğerlerinden daha kötüdür." diyor. Burada George Orwell'ın kısa romanı Hayvan Çiftliği'ne bariz bir gönderme var. Orwell, kitabın sonunda insanlaşan Napolyon karakteriyle, aslında düzenlerin değil başındaki insanların önemli olduğunu, kapitalizm ile sosyalizm arasında çok da bir fark olmadığını demeye getirir.

Film, kadın anlatıcının görülmesiyle ve hem kendisinin hem de David'in yaşadıklarını günlüğüne yazdığının anlaşılmasıyla romantizme kayıyor. Rachel Weisz'ın sesini her duyduğumuzda giren müzik anlatının tonunu güzelleştiriyor esasında. Fakat bu filmin bütünlüğü açısından bir sorun teşkil ediyor. İkinci yarıdaki romantik anlatım, ilk yarıdaki ironik anlatımla uyuşmuyor ve filmin ikiye bölünmesine sebep oluyor. Filmin yarattığı etkiyi düşürmese de bu ikilik, filmin ritmini biraz bozuyor. Lanthimos büyük film çekmeye çalışırken acele etmiş ve temaları karıştırıp toparlayamamış sanki.

Yine de ikinci bölümde filmi önemli kılan bir sekans var. Aşık çift, farklı kulaklıklardan aynı anda aynı müziği açarak dans ediyorlar ve ortak bir frekans yakalayıp birbirleri arasında otelde çiftler arasında yakalanması gereken maddi, elle tutulur uyumun dışında kalan bir ahenk sağlamaya çalışıyorlar. Devamındaki sahnede ise diğerlerinin anlamayacağı, beden hareketlerinden kurulu bir dil inşa ediyorlar ve aralarındaki bağ sağlamlaşıyor. Yönetmenin ilk büyük filmi diyebileceğimiz Dogtooth'da tam tersi bir durum mevcut. İktidar kendi dilini yaratarak bireylere hükmedebiliyordu kolayca. Burada ise bireyler, iktidarın dilini reddederek başlıyorlar işe. Ve tam olarak yeterli olmasa gerek ki bir de kendi dillerini yaratıp bu dil üzerinden yeni bir bağlam kuruyorlar; aşk.


Sistemden kaçış pratikte mümkün değil. Uyumlu gibi görünen bir çift olmayı başarabilirlerse hayatta kalıp şehirde yaşayacaklar. Fakat bu sistemin daha yumuşak tarafına geri dönüş sadece. Tek ihtimal var; gerçek aşk. Çift olmak teş başına yeterli değil. Çift olmanın ötesine geçip yeni bir dil ve bağlam kurarlarsa ancak bu gerçekleşir. Sonu açık bırakılmaktan ziyade bize bırakılmış. Siz olsanız yapabilir miydiniz? (8/10)

6 Mayıs 2015 Çarşamba

The Double (2013) - Kötü İkiz Teması Üzerinden Varoluş Sorunu

Fyodor Mihayloviç Dostoyevskinin 1846da yazdığı Dvoynik, yazarın ikinci uzun öyküsüdür. İlk eseri İnsancıklar sonrası, zamanının önemli Rus eleştirmeni Belinskinin övgüleriyle popüler olan ve coşkulanan Dostoyevski, Türkçeye Öteki olarak çevirilen bu novella sonrası ise alaylara maruz kalmıştır. Yazarın kendisinin de fikir açısından önemli ama biçim açısından başarısız bulduğu bu öyküyü biraz daha detaylı incelemek gerek. Dostoyevski, bütün hayatı boyunca içinde ukte kalan bu fikri 1864de bir kısmını değiştirerek tekrar yazsa da edebiyat eleştirmenleri, Dostoyevskinin ele aldığı temayla ne yapmak istediğini ve bu temaya hangi yorumu kattığını tam olarak anlamlandıramamıştır.


Öteki, eleştirmenlerin ilgisini, sanatsal niteliğinin hak ettiğinden fazla çekti, özellikle de Batı dünyasında. Dostoyevski’nin kendisi de kitabı 1860’larda yeniden yazarak ve ifade etmek istediği fikre doğru dürüst bir biçim vermeyi başaramadığını itiraf ederek bu meseleyi yeniden gündeme getirdi. Bu fikrin ne olduğunu hiçbir zaman açıkça belirtmedi, böylece onun yerine bu işe soyunan birçok kişi çıktı.¹
 L. Bem Öteki’de Gogol’ün “Burun” öyküsünün bir yankısını görüp, burada bu öykünün eleştirisinin ve “geliştirilmesinin” bulunduğunu söyküyor. Bu doğruysa, Öteki Gogol’ün öyküsündeki alegoriye psikolojik bir temel kazandırma girişimidir; yani Gogol’ün yaptığı istiarenin gerçeğe dönüştürülmesidir. Viktor Şklovski, Öteki’nin en ikna edici yorumu olarak gördüğüm yazısında eserin romantizmin Doppelganger (Almanca: Öcü, yaşayan birinin kılığına giren canavar) temasının hicvi olduğunu iddia ediyor. Golyadkin’lerin ilki de ikincisi de aynı derece sıradan “olmayankişi”ler, ikinci Golyadkin’deki “kötülük”, birinci Golyadkin’deki “iyilik” kadar önemsiz. Bunlardan hangisinin, ya da herhangi birinin, “dairede”, yani Şestilavoçnaya Sokağı’nın bir apartman katında bir görevi olduğu ne fark eder ki?
Dmitri Çijevski’nin yorumu da Şklovski’ninkiyle uyuşuyor. Ona göre insan varoluşunun gerçekliği Öteki’nin merkezi konusunu oluşturuyor: insanın varoluşu varolmayışa dönüşüyor. Gogol, bir buruna üniforma giydirip onu Petersburg sokaklarında yüksek rütbeli biri gibi dolaştırırken bu konunun alegorisini yapıyordu. Dostoyevski ise bu alegoriyi “gerçek”leştiriyor.*

İngiliz yönetmen Richard Ayoadenin ikinci uzun metraj filmi The Double, 2014 senesinin sürprizlerindendi benim için. Yönetmen, ilk filmi Submarine ile kendisine bir izleyici kitlesi oluşturmuş ve günümüz gençliğinin ruhunu yakalamayı başarmıştı. Zaman zaman ilk filmindeki hipster ruhunu hissetsek de yeni filmi, yarattığı atmosfer ve eleştirisiyle distopyalara daha yakın duruyor. Bürokrasi eleştirisi ve bireyin bu sistem içine sıkışmışlığı, sistem ve teknoloji karşıtı yönetmen Terry Gilliamın Brazil filmini hatırlatan prodüksiyon tasarımıyla sağlanmış.

Yönetmen dersini iyi çalışmış ve temayı doğru anlayıp, novellanın ruhuna uygun tekinsiz bir atmosferle beraber sunmuş: Nedensiz bir şekilde sürekli gecenin hüküm sürdüğü zamansız bir dünya, ne iş yaptıkları belli olmayan memurlar ve gizemli ofis ortamı.


Ana karakterimiz Simonın, karanlık ve tedirgin edici bir kompartımanda bir yabancı tarafından Yerime oturuyorsun. çıkışıyla oturduğu yerden edilmesiyle başlayan film, yine karakterimizin, metrodan çıkmaya çalışırken çantasının kapıya sıkışması ve kimliğini kaybetmesi ile devam ediyor. Film boyunca süregelen aksilikler zinciri ve 7 yıldır çalıştığı iş yerinden yavaş yavaş uzaklaştırılması, aslında olmayan birinin yok olma sürecini öykülüyor. Bu süreçte aniden ortaya çıkan ikizi James ise iş yerinde ve sosyal ortamda Simon'ın nasıl var olabileceğini, nasıl var olunabileceğini gösteren bir karakter. Başlangıçta Simona sosyal ilişkilerinde yardımcı, iyi bir arkadaş gibi görünen James, işler karıştıktan sonra ise iş yerinde ve sevdiği kadınla ilişkisinde çaktırmadan onun yerini kapan sinir bozucu bir tipe dönüşüyor.

Esas meselemiz 19. yüzyıl felsefesinin de odak noktası olan bireyin varoluş problemi. Film, tıpkı kitap gibi ötekinin, küçük Bay Goldaykinin veya Jamesin, gerçekliğiyle ilgili tatmin edici bir cevap vermiyor. Okurların ve izleyenlerin kafasını karıştıran da ötekinin nasıl var olduğu: bir hayalet mi olduğu, sadece Simon tarafından görülen bir halisünasyon mu olduğu yoksa kişilik bölünmesi geçiren bir adamın iki karşıt tarafını mı temsil ettiği. Kitapta Bay Golyadkin ve küçük Bay Golyadkin olarak adlandırılan, filmde ise Simon ve Jamese dönüşen bu iki karakter filmin bu gerçekliği, kişilik bölünmesi olarak yorumladığını gösteriyor olabilir. Simon'un kimliğinde gördüğümüz Simon James ismi, bunun ispatı ve sanki ikisinin bir kişiyi ancak tamamlayabildiği vurgulanıyor.


Ayoadenin romanda yer almayan katkısı ise sonlara doğru yükselen aşk teması. Dostoyevskinin problemini aşkla varolabiliriz mesajıyla çözüyor. Yönetmenin özgün tarafı olan retro (mekanlar, kıyafetler vb.) ve hipster estetiği, kitaba artı olarak eklenen Hannah karakterine (Golyadkinin sevdiği kadın küçük bir kısımda geçse de filmdeki karakterle alakası yok) yansıtılmış. Hannah da aslında bir var olmayan. Bu iki karakter vasıtası ile toplum perspektifinde silik insanların, birbirine ulaşması üzerinden romantik bir tutunamayanlar öyküsü yaratılmış (yine Brazil filmini hatırlarsak; bürokrasinin çıkmazından, rüyasında gördüğü kadının peşinden koşarak kaçmaya çalışan bir adamın hikâyesi vardır). Mia Wasikowskanın herhangi bir filmde varlığı, filmi tek başına yukarı taşımaya yeter iken, Ayoade tıpkı ilk filminde iki genç karakterine uyguladığını Hannah karakterine uygulamış ve ortaya kendine has bir estetik çıkarmış. Kurgunun müzikle beraber yükselmesiyle kitaptan bağımsız muazzam bir final oluşmuş

Sonuç olarak The Double, yine bir 19. yüzyıl Rus edebiyatı eserinden İngiliz uyarlaması olan Anna Karenina (2000 sonrası sinemaya baktığımda ilk aklıma gelen) gibi sinemanın ihtiyaç duyduğu özgün, biçimci ve yenilikçi uyarlamaların yanında kendine yer bulmayı başarıyor. (9/10)


1. Kardeşi Mihail’e yazdığı 1 Ekim 1859 tarihli mektupta Dostoyevski Golyadkin’in “toplumsal anlamı bakımından çok büyük bir tip” olduğunu söylüyor. Öteki için ise şöyle diyor: “Ne var ki bu öykü benim için tam bir başarısızlık oldu, oysa düşüncesi hayli parlaktı, edebiyat yaşamımda bu düşünceden daha ciddisini hiçbir zaman tasarlamamıştım. Ama öykünün biçimi çok başarısızdı.” (Bir Yazarın Günlüğü, Çev. Kayhan Yükseler, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2009, s. 1005.)
 
* Bu bölüm Victor Terras'ın Dostoyevski'yi Okumak isimli inceleme kitabından alıntılanmıştır.

1. Geleneksel Tunç Kozalak Ödülleri

Selamlar! Yine film görmekten sıkıldığım, 2019 filmlerini eritmeye çalışırken işkence çektiğim, Twitter'da her gün başka film övülürken...